Dudaktan Kalbe
Siyah Yıldızlar...
Altay eteklerinde muhayyel bir Türk hanlığında korkunç bir ihtilal çıkıyor, hükümdarı çarmıha geriyorlar, onbir erkek çocuğunun gözlerine mil çekiyorlardı. Bu aileden yalnız en küçük şehzade kurtuluyordu. Çünkü onu, henüz kesilmemiş uzun saçlarına bakarak bir kız çocuğu sanıyorlardı. Dadısı birçok seneler şehzadeyi sakladıktan sonra sırrın meydana çıkmasından korkuyor, eline bir asa vererek onu huduttan çıkarıyordu. Tek başına Hint'i İran'ı dolaşıyor, senelerce yaylalarda çobanlarla, tekkelerde rintlerle yaşıyor, nihayet İran içlerinde muhayyel bir memlekete geliyordu.
Küçük şehzade sırrını hala saklıyordu. Ölümden korkmuyordu. Çünkü yaşamaktan bir zevk duymamıştı. Onu her dakika takip eden bir korku vardı ki, kardeşlerinin akibetine uğramak, "Siyah Yıldız"larını, yani gözlerini kaybetmekti.
Küçük şehzade, bu yeni memlekete çobanlıkla yaşamaya başlıyor, ihtiyar bir kadının koyunlarını yaylaya götürüyordu. Bir gece yoluna devam ederken karşısına baştan başa vahşi sarmaşıklarla kaplanmış büyük bir duvar çıkıyor. Yoldan geçen bir dervişe bunun ne olduğunu soruyor. İhtiyar adam, bu kocaman kale duvarlarının arkasında bir saray ile bir bahçe olduğunu söylüyor. Hükümdar, güneşten bile kıskandığı oniki zevcesini burada muhafaza edermiş.
Küçük şehzade, garip bir cazibeye tutuluyor, her gece bu duvarın karşısına gelerek saatlerce düşünüyor.
Bir karanlık gecede duvarın bir tarafında beyazlı bir kadın fark ediyor. Küçük şehzade, bunu evvela bir gece hayaleti zannediyor. O, bir hayalet değil, padişahın en küçük zevcesidir. Ne o muhteşem masal sarayı, ne o güneş girmediği için bütün çiçekleri renksiz açan bahçe onu tatmin edememektedir. Duvarın sarmaşıklarla kaplı bir köşesine sellerin açtığı gizli bir rahneden her gece böyle dünyaya çıkıyor.
Parlak "Siyah Yıldızlı" çobanla soluk yüzlü sultan arasında derin bir savda başlıyor.
Birçok geceler, yüzünün yıldızları dünyanın en güzel bir aşkını seyrediyorlar. Sevda onların gözlerini öyle bir bürümüştür ki, bir gece karanlıkta yavaş yavaş hareket eden, yavaş yavaş etraflarının saran uzun mızraklı gölgeleri göremiyorlar.
Çoban tehlikeyi fark ettiği vakit iş işten geçmiştir. Fakat o, şimdi bir çoban değildir. Sevgilisinin büyük bir tehlike geçirdiği bu dakikada damarlarındaki eski cengaver kanı birden bire tutuşan bir hükümdar çocuğudur. Asasını mızrak gibi kullanıyor, sevgilisini o gizli duvar deliğinden kaçırıncaya kadar uğraşıyor.
Ertesi günü çobanı hükümdarın karşısına çıkarıyorlar. Tehditler, işkenceler kar etmiyor, küçük şehzade, sevgilisinin hangi sultan olduğunu, vahşi bir inatla saklamaktadır. Onu karanlık bir hücreye kapıyorlar; günlerce düşündükten sonra bir çare bulunuyor.
Oniki sultanı birer birer çobanın önünden geçireceklerdir. Sevgilisini gördüğü zaman mutlaka kendini tutamayacak, bir feryat veya bir hareketle değilse bile hiç olmazsa gözlerinde titreyecek bir lema ile sırrını meydana koyacaktır.
Küçük şehzade, bir gece bu kararı haber aldığı vakit ölü gibi sararıyor. Fakat hiçbirşey söylemiyor.
Ertesi sabah, Ay Bahçesi'ne büyük bir kalabalık toplanıyor, şehzadeyi çiçeklerle, kırmızı güvercinlerle süslenmiş bir çarmıhın karşısına getirip oturtuyorlar. Sultanlar birer birer önünden geçirilmeye başlanıyor. Hangisinin mücrim olduğu anlaşılırsa derhal çarmıha gerilecektir. Sultanlar beyaz ipek örtülerinin içinde titreşerek birer birer çobanın önüne geliyorlar, uzun boylu bir Arap, birer birer yüzlerinin açıyor.
Hükümdar, iki kor ateşi gibi parlayan gözlerini çobanın gözlerine dikerek beklemektedir. Her yeni örtü açıldıkça gözyaşlarıyla ıslanmış, korku ile solmuş güzel yüzler meydana çıkıyor. Fakat çoban, hepsine aynı sakin çehre, aynı dalgın nazarlarla bakıyor.
Hükümdar, ruh işlerinde tecrubeli bir adamdır: "Bu çobanı bulduğunuz yere bırakın... Siz bir gece hayaleti görmüş olacaksınız... Zevcelerimden hiçbiri kabahatli değil... Bu genç çoban, onlardan birinde sevdiğini tanımış olsaydı mutlaka sırrını ifşa edecekti. Bu, benim yaptığım en kanlı işkencelerden daha ince bir tecrubeydi" diyor. Sultan geçirdiği tehlikeye rağmen ertesi gece yine aynı duvar deliğinden dışarı çıkıyor, çobanı aynı ağacın dibinde buluyor: "Buradan kaçalım... Beni nereye istersen götür..." diyor, çoban ulvi bir peygamber sükun ve tevekkülüyle gülüyor, gözlerinde hala o dalgın nazarla: "Artık kaçmamıza imkan kalmadı... Sen yolları bilmezsin... Ben seni sevk edemem... Seni karşımda gördüğüm vakit gözlerimin sırrımızı gizleyememesinden korktum, dün gece zindanımda kendi elimle gözlerime mil çektim... 'Siyah yıldızlar'ım artık söndü, görmüyor!" diyor.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder